31 Ağustos 2012 Cuma

HEM DÜNYANI, HEM AHİRETİNİ KAZAN

     Şu ana kadar yazılan her harf Rabbimizin izni ve lütfu keremiyle yüce Kur’an’dan ve her aklın anlayabileceği şekilde yazıldığı gibi, bu konu da aynı merkezden çıkarak, yani Kur’an’ın gösterdiği gibi yazılmıştır.
     Yüce Mevlâ bize, neyi nasıl ve hangi yollarla elde edeceğimizi apaçık bildirmiş ve ne de güzel belletmiştir.
     Kullarından hiçbir şeyini esirgememiş, sayısız nimetlerinde saklandıkları yerleri isteyerek, severek göstermiştir ancak O’nun kullarından beklediği tek şey şükür, kanaat ve sabırdır. Elbette bu dilediği her şey, inanmış kullarındandır ve de yalnız onlara hitap etmiş, “ey iman edenler, benden yalnız dünyayı istemeyin, hem dünyayı hem de ahireti isteyin” demiştir ve de “ahiretin kazancı ebedidir, bunu da iyice bilin” demiştir. “Ancak kime, ne kadar verileceğini bilir, ona göre veririz” demiştir.
     Elbette, file verileni karıncaya verebilir mi? Taşıyamaz ki ve devamla, “biz her nefsin kaldıracağı kadarını veririz” demiştir ancak hangi kullarını cennetle müjdelemiş görelim. İşte Bakara 112’nci ayet: “Her kim ki bütün benliğini, bütün veçhesini seve seve ALLAH’ına vermiş ve de yalnız ALLAH için iyiliklerde bulunmuş, işte bunların kurtuluşları ALLAH’ın indindedir, bu gibi kimseler korkmasınlar, mahzun olmayacaklardır çünkü bunlar hasenatı ALLAH için, hiç esirgemeden yapıyorlar”. Yüce ALLAH’ın bu apaçık ayeti bize görelim neler söylüyor. Evvela ortada iki şart var: Birincisi, kayıtsız şartsız ALLAH’a ibadet. İbadet hakkında çok söz ettik, yenilersek; ALLAH’ın yapın dediklerini elinden geldiğince yerine getirmek, gücünün yettiği, aklının erdiği ve de tamamen akıl ve mantık dâhilinde ve veçheni, düşünceni ALLAH’a vererek ifa etmek. Esasen 6666 ayetin özeti, istediği, bu iki nokta için iyilik, yalnız insanoğluna mı? Hayır, elbette yalnız insana olmayıp yaratılan hayvan, bitki ve insanların emrine bağlı her şeye iyilik yapılacaktır. Buna rağmen, elbette en değerlisi insana ve bilhassa anne-baba olarak hitap edilen kişilere yapılan iyilik, ALLAH katında zerresine kadar karşılığı yalnız ve yalnız ALLAH tarafından karşılanacak iyiliklerin en başında gelir. Bunun dışında akrabalara, borçlulara, yolda kalmışlara, yetim, öksüz ve küçük çocuklara, aç, sakat hayvanlara; devrilip kırılacak fidanlar, meyve ağaçları hep iyilik için kucak açmış yaratıklar. Elbette ALLAH için, ALLAH rızası için. İşsize iş bulmak için nice kimselere yüzsuyu dökerek iş bulmak, hastalık ânında maddi manevi imdada yetişmek, cenazesi ortada kalmış kimselerin cenazelerini kaldırmak, okula giden pek yoksul talebelere yardım yapmak, hep iyiliktir. Dosdoğru şahitlikler hep iyiliktir. Zelzele, sel, yangın felâketlerinde evsiz kalmış kimseleri, olan hâline göre, evine alıp doyurmak, yatırmak hep iyiliktir. İyilik yapmak için yüce ALLAH’ın izni şarttır. Zira ALLAH herkese iyilik yapması için izin vermez. Her şeyde olduğu gibi kime ne verileceğini çok iyi bilir. Bunun için her zaman dua ederken iyilik etmek için ALLAH’tan izin ve nasip dilemeli. İyilik en değerli sırça gibidir. Yapılan iyiliğin, bir kişiye dahi söylenirse -iyilik sırça misali- kırılacağını ve kırılan sırçanın artık hiçbir işe yaramayacağını iyice bilmek gerektir.
     Çarşılarda öyle kimseler var ki bu hususu çok iyi bilirler, bir ânı bile boş geçirmezler, iyilik için gelsinler diye gözleri hep yoldadır. ALLAH böyle kullarını gözetip durur da, “ben de sana yaptığın ve yapacağın iyiliğin karşılığını vereyim, haydi iste” der durur, işte o iyilikçi bu ânı yakalayabilirse ALLAH’tan istediği şeye kavuşur.
     İnsanlar arasında iyilik yapanlar çoğalırsa o yerlere doğal afetler uğrayamaz, o memleket halkları ziyade zengin olur, yerin altından nice zengin edici cevherler fışkırır, bet bereket dereler gibi akar. Bu tek dünyada görecekleri karşılık ama yol ahiretteki mükâfatlar, onları yazmaya ne zaman, ne zemin, ne de sayısı var. O yüce Mevlâ’da o kadar çok var ki sayıya gelmez, zira O, “El GanΔdir (çok zengindir) ve de her iyiliğin karşılığı bire ondur, hesabını yap, ona göre kendini ayarla, yeter ki yalnız O’ndan bekle. Kur’an-ı Kerim, apaçık ALLAH’ın kulları içinde, kendisine bütün samimiyetleri ile canı gönülden inanmış kimseler için “ANAYASA”dır. Bu Yaratıcı’nın yasasını kimse karalayamaz, güçleri yetmez. Bu güzel yasayı anlamamak, bu yasayı bilmemektir; bu güzel Kitapta cennetin de cehennemin de yolları çizilmiştir. Dünya bu iki yere varmak için düşünce yeridir. Kim çok iyi düşünürse, o kişi elbette cenneti daha dünyada iken görür, cenneti dünyada iken gören o kişi, o inanmış insan, bu yalancı dünyadan kendini seve seve cennetin sahibine ikram eder. Ama cehennemi görmüşse bu dünyaya sımsıkı sarılır. Dünyaya sarılan ham kişi, ham meyve gibi, kolay kolay dalından kopamaz. Kimselere bir lokma bile vermez, bin lokması olsa bile, ancak ne kadar çabalasa da kendisine tahsis edilen ömür gelince, kendinde emanet olan can ondan çıkar. Köşeye koyduğu milyarlar konulan yerde kalır, bu imansızsa cehennemi görünce ilk yalvarışı şu olur: “Ey ALLAH, beni affet, bana bir saat daha ömür ver ve dünyaya gönder, şu milyarlarımı muhtaçlara dağıtayım” diye avazı çıktığı kadar feryat eder. Ancak ona: “ALLAH oyun oynamıyor ve o yüce ALLAH, verdiği sözden geri dönmez”. Sana ve senin gibilere önceden söylendi, cennete kimlerin gireceği haber verildi ve sen de, senin gibiler de bunu biliyorsunuz. Söylenen tek söz neydi, “iyilik ediniz”. Ama siz iyiliğe sebep olan ve para denilen nesneyi çelik kasalarda demetler hâlinde sakladınız ve ALLAH’ın “ve mimmâ razaknâhum yunfikûn” emrine uymadınız, uyamazdınız ki, siz bu güne inanmadınız. Ne oldu, kasadaki paralar kimlere kaldı, sen de yan şimdi. Eğer buraya gelmeden “iyilik ediniz” emrine uyup fakirlere, borçlulara, hastalara, muhtaçlara dağıtsaydınız şimdi cennet size kapılarını açacaktı, tek yanıldığınız nokta imanınızın olmayışı. Dikkat et, sana ver emrini vereni görmüş duymuş gibi hâle gelmeyişin sana her şeyi kaybettirdi. Biterse ben ne yaparım dedin durdun, oysa sana ver diyen ne varsa hepsini verin demedi ki. Cennetin anahtarı önce seni yoktan var edene inanmak ve O’nun emrine uymaktır. Sen inanmadın ki emrine uyasın. Dikkat edilecek ikinci nokta, size söylüyorum ey inananlar, sizden de pek çoklarınız Kur’an’ı hiç bilmiyorsunuz. Yüzlerce Yâsîn, Tebareke, İhlâs ve pek çok sure okuyup mezarlara üflemekle görevlerinizin bittiğini zannediyorsunuz. Oysa o kabirlere üflenen sözler ölüler için değil, diriler içindi. Şimdi diyorum ki bu satırları okuyan müminler, Kur’an’ın sizden istediği iki şey var: “ALLAH’a inanın, ALLAH için iyilik edin”, hepsi bu kadar.
     ALLAH’a inandım diyorsun ama iyilik etmiyorsun, ya biterse ben ne yaparım diyorsun. ALLAH sana hepsini ver de bana güven demiyor ki. Ne büsbütün aç elini müsrif ol, ne sımsıkı kapa elini cimri ol diyor. Her şeyin kararını haber ediyor. Ama sen kendini çok düşünüp lokma bile vermiyorsun. Korkma, gereğini olsun ver, iyilik etmek için iyilik edilecekleri en iyi ALLAH bilir, O’na sor, sana ta baştan beri söyledim, en büyük ibadet ALLAH ile konuşmak, dertlerini sırlarını ancak O’na açmak. İyilik edilmeye pek layık kimseyi ALLAH sana vallahi de gösterir ve o kişiye ulaşman için sebepler yaratır, sen de o sebeplere takılarak o iyiliği bekleyene ulaşırsın ve iyiliğini gereği kadar yaparken eğer can gözün iyilik yapa yapa açılmışsa, yemin olsun o açılmış can gözünle, orada o yüce Mevlâ’yı görürsün. İyilik ettiğin o kişi, o anda senin için “ALLAH senden razı olsun” dediği zaman ve “ALLAH’ım bu kulunun isteklerine yardım et, muradını ver” dediği anda “Lebbeyk” sesini, eğer can kulağın açıksa, vallahi duyarsın. O güzel ses, Rabbinin sesidir. İşte böylece cennetle müjdelenmiş olursun, “Aşere-i Mübeşşere” zincirine seni de ekler ve sen de bu sesi duyunca, “Ya İlahî, bana izin verdin, iman verdin, ben senin bana verdiğinden bu kişiye verdim, kabul buyur, bir aciz kulun olarak ve bu iyiliğim için senden sağlık, imanımın, sana olan sevgimin çoğalmasını ve iyilik etmekliğime daima izin vermeni diliyorum” diye O’na haber ver ve “Bana bu güzel fırsatı lütfettiğin için sana sayısız şükürlerle hamd ederim” de.
     Cennete girmek isteyenlere de “Bütün varlığını, veçheni ALLAH’a ver ve iyilik et” demiş, bu iki sözü sen tahlil et veya tahlil edilmişini bu satırlarda oku, bu da yeter. Hani, ayetlerin birinde “Yağmur olmazsa bile size şebnem (gece nemi) bile yeter” denilmiş ya. Şu, açım diye inleyene bir somun olmasa da iki lokma bile yeter. Ne olur, ey inanmış kişi, dışı değil, içi gör. Bana yeşillere bürünüp ermişlik taslama. ALLAH senin kılığına değil, içine bakar, unutma. ALLAH’ın hazineleri hep gözlerinden sakınılan yerlerde saklı. Hızır’la Musa’nın beraberliğini oku da öğren. Ama sen hâlâ ben seksen adet hatim indirdim, ben de cenneti kazandım dersen inşallah kazanırsın bilemem ama şu muhtacın ihtiyacını gidermişsen aksini iddia edemem. Bu hususla Mâ’ûn suresini okumanı öneririm ve de Kâria’yı da okumanı tavsiye ederim, anlayabilirsen.
     Özetlersek, dünyadaki görev ikidir. İbadet ve imtihan. İbadet malum; namaz, oruç, zekât, kelime-i şahadet, hac.
     İkincisi: İmtihan. İmtihan nedir? ALLAH’ın kulunu sınamasıdır. Yüce ALLAH, kulunu her adım atışında bin kere sınar. Kul, nefsi yüzünden sınavı kaybedebilir. İşte bunun için, bu yazılarda, yapılması gereken ve de yapılmaması gereken şeyler açık açık anlatıldı. Çok dikkat edilecek şu noktaya değineyim: Başkalarının hayatı seni aldatmasın, şunun namaz kılmaması, bunun oruç tutmaması seni aldatmasın, onlar namaz kılmaz ama sen imtihan olursun, çok dikkat et. Hastalıklar, yokluklar, hep imtihan içindir ve daha nice sebepleri vardır. Bu sebepler, bu yazılarda hep açıklandı, dikkatle oku ve ezberle.
     Esasen, hemen hemen herkes işlemiş olduğu suçun karşılığını ille de görür, görecektir, ne çare ki insan işlemiş olduğu suçu kendinden değil de hep başkalarından bilir, oysaki her nefis, her ne yaparsa kendi kendine yapar. Yüce ALLAH bu hususta, “Hiç kimse ALLAH’ın izni olmadan başka bir kimseye zerre kötülük edemez ancak iyilik de edemez” der. İnsan her iyi ve kötülüğü kendisinde aramalı, bu nokta pek mühim, kul hakkına girebilir, ALLAH korusun.
     İşte, ister bu dünya hayatı, ister varlığından zerre kadar kuşku duyulmayan ve ille de her hâlde vaki olacak ahiret hayatı hakkında, yüce ALLAH insanoğluna en ufak noktasına kadar iyi ve kötü her ne varsa her şeyi açık açık bildirmiş ve bildirilerini de Kur’an-ı Kerim ile teyit etmiştir. Buna göre, sorulacaklar arasında, “Size Kitap gelmedi mi?” sorusunu da soracağını haber vermiştir. Bu hâle göre, mademki Kur’an’ı haberci olarak, bir öğretmen olarak sunmuş, biz de bize sunulan bu güzel bilgilerin en doğrusu olan Ezeli Kitabı (Kitab-ı Kadim) her gün bir satır olsun okuyalım ve öğrenelim. Ne yazık ki insanlar ömürleri boyunca ya okuyup ölülere üflüyor ya da okuyor anlamıyor, kesesine sokuyor, duvara asıyor. Biz bu yazılarda, zarar verebilecek pek çok şeyin ana hatlarını çizdik, ne de olsa bilginin azı çoğu olmaz, bilgi bilgidir. Anlayabildiğimiz kadarını yazdık. İyice ve dikkatle, anlayarak okursak bir şeyler öğrenmiş oluruz. Bıkma, usanma, hep oku.
     Yüce ALLAH ilk dersini atamız Adem aleyhisselama vermiştir. “Ya Adem, burası cennetimdir, her yer senin emrinde, istediğin gibi gez dolaş, ye iç, eğlen ancak şu tarafa gitme, şu ağaca yaklaşma, tercih senin, al sana bir de eş” deyip tembihini yaptı. Gel gör ki Adem atamız bu güzel hakkına razı olmayıp yasak edilen yere daldı ve ALLAH’ın hududunu geçti. Nefsine yenik düştü, nefsi ona iyilik yerine kötülük getirdi, elbette ALLAH’ın emrine aykırı yapılan her hâl ve hareketin, hiç şüphe edilmesin ki, ille de hatta bu hareket zerre kadar da olsa karşılığı verilecek, bu ALLAH’ın yasasıdır. İşte o gün bu gün, insan dünyayla cezalanmış ve dünyanın insana getireceği her istenmeyen acıları çekmesi icap etmek üzere her insana, her insanın eline bir “AMEL” defteri verilmiş ve bu deftere zerre iyilik ve zerre kötülük yazılacağı da söylenmiştir. Böylece her yaratılana da, güneşlere, aylara, yıldızlara her şeye ama her şeye sayısı hiç değişmeyen bir ömür de verilmiştir. Her ne varsa, her şey, en ince noktasına kadar hem sözlü hem de yazılı belletilmiştir. Böylece itiraz edilecek en ufak bir açık kapı bırakılmamıştır.
     Hâl böyle olunca bize gereken tek şey bu emre uymaktır. Bu emir, tek Yaratıcı’nın emridir. Bu emirlere uymak elbette ilim işidir. O hâlde aklın öğreneceği ilk ilim ALLAH ilmidir. İnsan bu ilmi de yine kendisinden öğrenmek zorundadır. Yüce Rab, “EsmÂ-İ Hüsn” (güzel isimler) adıyla bizlere bilgi vermiştir. Biz de, ALLAH’ın bu güzel isimlerinin bize hangi dersleri verdiğini öğrenirsek kazanacağımıza inanarak bu bilgileri elde edelim. Bu bilgilerin ışığında bizlere verilen ömürleri tamam etmiş olursak geldiğimiz yere, cennet-i alâya yeniden döneriz. En başta inancımızı bilmeyi bilhassa kendimize her gün telkin ve talim etmeliyiz.
     İşte bu yazılar, bize özet olarak bazı bilgileri vermektedir. En baş bilgi, ALLAH bilgisidir ki ALLAH nelerden hoşlanır, nelerden hoşlanmaz, bunları öğretmeyi hedef alarak hoşlanmadığı şeylerin kocamanlarını konu etmiş ve yazmıştır. Şu hâlde, hoşlanmadığı şeyleri yapmamak, bizi O’nunla yan yana, iç içe getirecektir. Böylece O bizi, biz O’nu seveceğiz ve elbette O bize değil ama biz O’na ibadet edeceğiz. Böylece O “mabut”, biz de “abit” olarak yan yana ömrümüzü itmam edeceğiz ve iyice bilelim ki “HAYIR” da “ŞER” de O’ndandır ve yaşamamız boyunca biz O’na muhtacız, O hiçbir şeye muhtaç değildir. Demek ki bir kul muhtaç olduğu her şeyi O’ndan istemek zorundadır. Ve ALLAH’ın hoşuna gitmeyen ilk ve önemli şey, bir kulun ihtiyaç duyduğu şeyi ALLAH’tan gayriden istemesidir.
     Aman, buna pek dikkat edelim, ALLAH aracı kullanan kuldan hoşlanmaz, doğruca bizzat kendisinden isteyeni sever ve razı olduğu her isteneni severek verir. İlâç bir sebeptir. Sen şifayı ilaçtan bilme, ilaçta Rabbini gör, gözünü iyice aç da sen tedaviyi hekimde görme, hekimde Rabbini gör, her ne oluyorsa bu âlemde Rab orada her an hazır ve nazırdır, sana en yakın dost yalnız ve yalnız O’dur. O, sana anandan da babandan da yakındır, O, sana şah damarından da yakındır. Sen her ne zaman, nerede olursan ol, ister gece, ister gündüz, “RABBİM” der demez, O, “ne istiyorsun” der ve senin hemen yanı başında hazırdır. Derdini hemen söyle ki derman olsun. “Ben sizin geçmişinizi ve geleceğinizi de, ne isteyeceğinizi de biliyorum ama ille de sizin ağzınızdan duymak istiyorum” dediğini haber veren ayetleri oku da bil.
     Bu güzel emriyle, bizimle konuşmayı arzu ettiğini ne güzel anlatıyor. O hâlde ömür boyu, her an, her zaman, iyi günümüzde de, kötü günümüzde de hep O’nunla konuşalım. Bıkmadan usanmadan hep O’nu analım, hep O’nun yanına ama rükû ve secde ederek, abdestli olarak varalım, “secde et de bana yaklaş” emrini icra edelim ve O’na yaklaşıp ellerimizi açarak isteyelim, katiyen reddetmez, O daima vermeyi sevmiş, bize de vermeyi öğretmiş, “olmayı değil, vermeyi öğren” demiştir. İşte, her kim ki ALLAH’a bütün inancıyla, canı gönülden “TESLİM” olmuş ve de iyilik etmişse onun kurtuluşu Rabbinin indindedir. O korkmasın, mahzun da olmayacaktır. Bu kadarcık bir görev bize cenneti müjdelemekle beraber ömrümüzü tüketeceğimiz bu yalan ve her yanı üzüntü dolu olan dünyadan göçünceye kadar da elbette dünyanın acılarını da şu üç şeyi yaparak hafif atlatacağımızı bildirmiş: “şükür, kanaat, sabır”. Mademki almayı değil vermeyi öğren dedi, biz de hasenat yani ihsan, yani muhtaca yardımı her fırsatta yapıp verelim ve verdiğimiz için daima şükredelim, demek iyilik ancak vermekle mümkün. İsteyene, bilhassa ilim isteyene dağarcığında ne varsa onu ver, kıskanma. Dağarcığım boş kalır, iflas ederim deme, “onlar korkmasınlar, mahzun olmayacaklardır” sırrını duy da korkma. Elini, kesene, kasana, cebine attığında “Ya İlahî, çok çok verdir” diye dua et. Veren sen değilsin inan, insan hakiki dostunu menfaatine dokununca anlar ancak.
     Önceden de söyledik, insanın en değerli dostu, canların asıl sahibi yüce Mevlâ’dır ve her ne hâlde olursa olsun insanın Mevlâsı aniden imdada erişir. Gel gör ki insan nankörlüğünden dostunu unutur amma, aklını kullanan insan, düşüncesiyle, bilgisiyle kendisini tetkik ederek ne olduğunu, iç ve dış organlarını inceleyerek, gece ve gündüzü görerek bu var oluşu araştırır ve elbette bu var oluşu yapan birinin bulunmak mecburiyetini bulur ve işte ona ALLAH der. O yüce İbrahim olur ve ALLAH’ı bularak ALLAH için Ah çekmeye başlar ve ateşlere atılma pahasına yine davasından vazgeçmez, ALLAH’ım ALLAH’ım demeye başlar ve -arayan bulur demişler- o da en nihayet aradığını bulmuştur ve şimdi mutludur ve “hanif” olmuştur. Hanif sözcüğü O’na tâbi olanlar içindir, bir mezhep olarak “Hanefi” denmiştir. Hazreti Muhammed, Hanefi’dir ve İbrahim aleyhisselam artık aradığına kavuşmuştur. İşte yüce Mevlâ, bu nokta için “Her kim ki inancını İbrahim gibi ALLAH’ına bağlar, yönünü ALLAH’ına çevirir ve de iyilik ederse, o kimse elbette cennete layıktır” der. Demek oluyor ki bu kişiye “Eren” veya “Ermiş kişi” denir. Erebilmek ne demek? İyilik ede ede yüce Rabbin Esmâ-i Hüsnâ’sının bir, iki, üç tanesinden kendisine hardal tanesi kadar ve yüce Rabbi tarafından ikramda bulunulursa, bu kul, bu insan, aşere-i mübeşşerenin halkalarından biri makamına erişir. Bu iş çok kolay, çok zor. Örneğin, ALLAH yolunda kellesini seve seve parlayan palanın önüne uzatmak. Gel gör ki askerden kaçmanın yollarını arayan mı ALLAH’ın ermiş kulu, yoksa canını ALLAH yolunda kurban eden mi ermiş olur? Burasını sen düşün, sen ver kararı. Demek ilk önce ALLAH’a ve bütün varlığıyla teslim olduğunda cenneti görür. Örnekse, Yâsîn suresinde ayet 26-27’de yaşlı adam Habib-i Neccar’a gösterildi ve “gir cennete” denildi. Böylece, sayılarını ancak cennetin sahibi Kerem ismini taşıyanın bildiği cennetlikler, hep bu yoldan cennete girdiler, ALLAH’ın iyilik eden kulları bunlardır. Bir örnek verelim, sana cenneti gösterseler ve de ne edersin, yahut deseler ki şu kişi iflas etmiştir ama iflas edişinin nedenini de iyice öğrenmiştir, bir kere daha eline fırsat geçse iflas etmeyeceğini pek âlâ da biliyor ve iflas etmek şöyle dursun daha da çok kazanacak, böyle bir hâl içerisine girmiş bu tacir için sekiz on tacir hem de hepsi hacı mümin kişiler, bir araya gelerek ikişer yüz milyon vererek bu adamı ayağa kaldırırlar veya çok daha zengin olan tek başına faraza beş milyar verip, al bu parayı diyebilir mi? İşte, Bakara suresinin 2’nci ayetini oku da öğren, ne diyor orada ALLAH, “onlar ALLAH’ı görmedikleri hâlde inanmışlar ve bizim onlara verdiklerimizden vermişlerdir ki bunlar hidayete erenlerdir”. Ne açık seçik bir söz, demiyor elli iki Yâsîn, otuz iki Tebareke, bin bir İhlâs okuyanlar diye, “verenler” diyor. Şu hâlde, erişmek hem kolay, hem zor. Konumuz Allah ilmi, iyice anlatalım diye nerelere geldik. Özetle, ALLAH’ın güzel isimlerinden birini seç, mesela, “El GafÛr” (affedici). Sana ne ederlerse etsinler, affet ve “ALLAH’ım onu bağışla, o ne yaptığını bilmiyor” diye yakar ve daima iyilik et. İyilik ettikçe yüce Rabbine şükret sana iyilik ettirdiği için, bu kadar basit. Nefsin seni daima yoklukla korkutacak, “vere vere tükenecek, el avuç açar olacaksın” diyecek, “ALLAH bana yeter” diyeceksin, bil ki ALLAH sana ne kadar vereceğini öğretmiştir. İyilik ettiğin kişiler hep ALLAH’ın dostlarıdır, onların hayır dualarını alasın için onları sana yollayan yine O’dur.
     Yukarıda iflas etmiş bir tacirden söz ettik, öyleyse iflasın sebeplerini bilelim, şuna iyice eğilelim ki iflasın ilk sebebi “YALAN”dır. Ticaret, ALLAH’ın içinde bulunduğu bir iştir. ALLAH, yalandan hoşlanmaz. Yine sebeplerden bazıları; hile, hırs, besmelesiz işe başlamak, hasetlik, eksik satış, gıybet, ticarethanede içki, kumar, kadın gibi istenmeyen hâller, borç ödemede ihmaldir. Ve en ilgili olan da, Bakara suresi ayetlerinden birinde “sayılı bir günde ödenmek üzere borç verirseniz aranızda imza alınız”, işte yüce Rabbimizin bu emri maalesef yapılmaz. Parayı verene sorsanız, “Bu kişiye verdiğin, on sekiz gün sonra ödenmesi icap eden para için niçin imza almadın?” Cevaben: “Ben onu iyi tanırım”. İşte bu cevap, iflasın nedenlerindendir. Çünkü o adamın iyi veya kötü olduğunu sen mi bilirsin, ALLAH mı? Daha pek çok neden var; zekâtı verilmeyen ve zekâta giren malların yangın gibi tabii afetlere uğrayacağını bilmek ve zekâtı verip de övünmek ya da yerinmek hep iflasın sebepleridir. Ancak her iflas da muhakkak kötülüklerin neticesi değildir. ALLAH, istediğini ve sevdiği bir tacir kulunu diğer tacirlere ibret ve imtihan vesilesi ile feda edebilir, indiren de O’dur, bindiren de O’dur. İşte böyle iflas etmiş bir tacir, o mıntıkadaki diğer tacirler için cennete açılan kapıdır. Kimin can gözü açıksa o, gece gündüz bu iflas eden için Rabbi ile konuşup O’ndan yardım ve izin isteyerek o iflas edene uzun vade ile -elbette varsa- ve elinden imza alarak yardım ederse bu yardımı yapanın kurtuluşu Rabbinin indedir, korkmasın, ALLAH’ın iyilik edin emirleri içerisine girer. Böylece gün geçmez ki herkesin önüne yapabileceği nice işler, cennet için nice yollar çıkar durur. Cennet yolu ille de camiden geçmez, her yer ALLAH’ın, her yer O’nun mülküdür. Cennet için her yerde sayısız yollar vardır.
     Şu kişiye yüz milyon versen seni cennete götürmez ama şu berber çırağına veriverdiğin yüz bin lira seni Adem cennetine tapulayıverir. Ya ne zannediyorsun, şu kapının önündeki kediye vereceğin bir lokma yiyecek de seni cennete götürür; şu kurumak üzere, boynu bükük çiçeğe vereceğin bir fincan su bile seni cennete iletir, yüz milyon namaz değil. Namazı niçin kıldığını bilmedikçe yararlanamazsın. Cüppe, sakal, sarık, herkesin taşıması kolay değil, bunlar insanı gurur, kibir tarlasına sürer, bunları her beden taşıyamaz, yerle yeksan olmak gerek.
     İflas yalnız mal mülkle olmaz, elbette düşmez kalkmaz bir ALLAH. ALLAH bu, O’nun işlerine akıl ermez, ancak “ahlâk” iflasına çare yok. Bir tek çare ancak yüce Mevlâ’dan, O isterse ancak. İflas bedenen de olur, bu iflas için sabır ve yüce Mevlâ’dan yardım dilemekten başka çare yok. Konumuz hakiki dost üzerineydi. ALLAH’tan sonra hakiki dost, insanın anne ve de babasıdır, ALLAH’ın dostları da senin için hakiki dostlardır. Hakiki dost, bütün varlığını seninle ve en ufak bir menfaat ummadan paylaşan kişidir. Senden asla iğrenmeyen kişidir. Buna rağmen kimseye diş fırçası, mendil, takma diş ne önerilir ne de teklif edilir. Kaşık, çatal da öyle, alsa bir türlü, almasa bir türlü.
     Dostluğu bozan şeylere de dikkat ister, yanlış anlaşılmak, kıskanmak, nekeslik, esirgemek, dostunu kendinden düşük, kendini dostundan üstün tutmak, yalan, dostu uzaklaştırır. En kavî dostluklar, yüce Rabbinin birbirlerine kenetlediği dostluklardır ki bu kenedi ilk kıskanan elbette iblistir. Bunun için beş vakit hatta on vakit, “Ya İlahî, bana dost ettiğin şu kulunu ve beni, nifakçı şeytana uydurup birbirimizden ayırtma, sen her şeye kadirsin” diye dua edip gece gündüz dostu ziyaret etmeli.
     En ziyade düşüncemiz bu dünyanın yalan ve geçici olduğu, eğreti olduğu ve hiçbir şeyin ebedi olmayışı, kötülükten bir şey elde edilemediği gibi yüzlerce pişmanlık, binlerce nedamet getireceği ve ebedi hayatın derenin öte yakasında olduğu. Bu yakaya sımsıkı sarıl ama öte yakaya istesen de istemesen de götürüleceksin, bunu bil ve o yaka ebedidir, bunu da bil ama o yakada cehennem de var cennet de, aklını başına alırsan ve istemesini bilirsen yüce ALLAH sana onların ikisini de gösterir. Eğer miraca çıkabilirsen, işte şimdi sınıfını geçen talebe gibi olursun ve sınıfını geçen öğrenci elindeki kitapları ve artmış defterleri ihtiyacı olanlara verir ya, o yakadaki cenneti ve cehennemi ancak görmesin her göz diye Rabbimiz simsiyah perde çekmiş ara yere, ama gel gör ki ermiş dediğimiz nice kişilere bu perdeyi aralamış. O kişileri keşfedip onlara sımsıkı sarılanlar da onlara aralanan aralıktan nasiplenirler. Cenneti de cehennemi de görürler. Bu kişiler için ölüm nedir, çağırsalar diye bekler dururlar, sanki düğüne gidecekmiş gibi, o anı kendilerine şeb-i arûs ederler. İşte bu makama eren insan Hacıdır. Nedir Hacılık? Ölmeden ölmek, sırtında kefeninden gayrı nesi var? İşte yüce ALLAH bunun için “verin, iyilik edin, o tarafa götüreceğiniz her şey muhtaçların süzgecinden geçenlerdir” diyor. Yaptığın iyilik senden önce gidip istasyonda ya da oto terminalinde seni bekleyecek, hem de elinde billur bardakla. Ne var diye merak etme o billur bardağın içinde, ben söyleyeyim, Kevser suyu, buz gibi, içtikçe içersin ve her yudumda “Oh, çok şükür Rabbim, iyi ki bana iyilik yaptırmışsın, keşke daha çok iyilik edeydim” dersin. Unutma ki bu sözleri ben kafamdan atmıyorum, okuyup okuduğunu anlayabiliyorsan aç Kur’an’ı da oku, bana da bu yazıları yazdıran biri var elbette, yoksa yazabilir miyim? Yalan olur, din işlerine yalanı, hatta gölgesini bile asla sokmazlar, bunu bilemeyecek kadar kör değilim. Demek oluyor ki, her kim şeyhine, öğretmenine sımsıkı sarılıp da öte yakayı görebilirse, bu kişi için bu yalan dünyada ne aile içi geçimsizliği, ne konu komşu hakkındaki dedikodu, ne şunun kazancı, ne bunun ibadeti, ne havaların sıcağı soğuğu, ne yarının ne getireceği, onu, o kişiyi hiç ama hiç etkilemez. Mecnun, Leyla’sını gördü artık, onun için başka hiçbir şeyde gözü yok, olmaz ki. Demek ki önce Leyla’yı gösterecek birini bulmalı, o perdenin yırtmacını elde etmiş birini bul ki sana yardımcı olsun, perdenin sahibinden senin için izin istesin de izni alınca da senin elinden tutup karşı yakayı seyrettirsin. Ama sen onu nerede bulacak ve onunla hemdem olacaksın? Bunu önce öğren, beyhude ta uzaklarda arama, O sana pek yakında aman O’nu boşlama, hem sen O’nu Karacaahmet mezarlığında arama, O senin yanı başında, O, ölü değil, diri. Bu konu çok uzadı gitti, gerçi kıyamete kadar da uzar ya en kısa yoldan dönelim. Yukarıdan beri yazılan her sözcük dikkat ederseniz doğruyu işaret ediyor. Eğriyi değil, daima sabrı, daima hakkı tavsiye ediyor. Bu bize neyi haber veriyor? Nerede sabır varsa orada Hak vardır diyor. “sabır” ile “hak”, birbirinden ayrılmaz iki kardeştir ve ALLAH onlarla beraberdir. Sen de zaten onların arasındasın, böyle olunca korku nedir? Ölüm nedir?
     Bu konu içinde aynı sözler birkaç defa yazıldı ama bir hikmeti var elbet, yüce Kur’an örneğin, hemen hemen her suresinde Musa’nın Firavunla savaşını tekrar tekrar yazmıştır, ancak Kur’an’ın ne olduğunu bilmeyenler, aynı konuyu hep işlemiş der, bilmez ki bu işin dış yüzü mana bakımından inceyse de iş hiç de öyle değil, neyse, bir satır yazı vardır, on kişi okusa onu da ayrı ayrı fetva verir.
     En iyisi, eline geçen herhangi bir ve içinde ALLAH adı bulunan yazıyı iyice incele ve içinden sana yarayanı al. O yazının şununa bununa, imlasına pek bakma da. O yazıda öyle ufacık bir sözcük çarpar ki gözüne, işte o sözcük senin bütün hayatını bir anda değiştiriverir. Yolun hatalı bir yol ve sen de bilmeyerek bu yola girmişsen, o söz senin hemen ve daha da ileri gitmene mani olur da, kurtuluşa eriverirsin. Bunun için, eline geçen her yazıda nice haberciler var ve sen onların seslerini duyar ve o tarafa gitmekten vazgeçer, doğru yola yönelirsin.
     Bu yazılar içinde insanı eğriye götürecek söz yok. Ben bu yazılanları biliyordum deme, biliyordun ama yapmıyordun. Şimdiyse yapacaksın, yapmaya mecbur edildin ve bu yazılar sana amel etmeyi vacip kıldı. Örneğin yukarıda yazmıştık, hani o gün, o yürekleri parçalayan gün, sana ilk önce “sana Kitap verilmedi mi” sorusu var ya, işte bu soruya “evet verildi ve pek çok güzel öğüt vardı” dediğinde niçin amel etmedin demesinler diye oku oku, amel et.
     Ve niçin namaz kıldığını bil, bilmediğin bir yola girme, her yol ALLAH’ın müstakim yolu değildir. Şeytana da pek çeşitli yollar verildi. Hain görevini kolayca ifa etsin diye bir gün karşına böyle hoş bir yol çıkarsa aman dikkat et o yolun başı pek hoş, pek tatlı şeylerle bezelidir. Hemen daima sonu pek perişan eder insanı, onun için ALLAH, “Ya Muhammed, öne bak sonu gör” demiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder