“Derdini söylemeyen derman bulamaz” demişler, demişler ama
derdi kime söylesin ki derman bulsun?
“Söyleme sırrını dostuna, dostunun dostu vardır, söyler dostuna”
demişler ve de “iki kişinin bildiği sır, sır değildir” de demişler ve ne
güzelce sözler etmişler şu eskiler.
“İBADET” deriz de ibadetin ne olduğunu layığı ile bilemeyiz
ki...
İBADET, kulun ALLAH’a yakarması, ALLAH’ı ile konuşmasıdır
dersek bir nebze de olsa bir şey fısıldamış oluruz. Kur’an’da, “Yerde gökte ne
varsa ALLAH’ı anarlar, ey iman edenler, siz de ALLAH’ı, O’nun güzel isimleriyle
anınız” der. ALLAH, “Ben sizin ne istediğinizi, sırlarınızı, dertlerinizi
biliyorum, geçmişinize, geleceğinize müdrikim ama bir de sizden duymak
istiyorum” der. Aman ne güzel bir haber. Bu öyle bir merci ki, zaten sırları
biliyor, öyleyse sırları ve dertleri bilene havale edelim ki dermanlar O’nda. Bunu
iyice bilen insan niçin O’ndan kaçsın ki? Hani, adamın biri boğazına kadar
lağıma batmış da karşıdaki su dolu havuz, “utanma gel, gel bana zira seni
benden başka temizleyecek yok buralarda!” demiş. Canım, ALLAH ile konuşulur mu
diyorsan farkında değil misin, hemen hemen her saat “Rabbim, ALLAH’ım”
demektesin, kime hitap etmektesin? O’na bu hitabın O’nunla konuşmak değil de
nedir?
Sen O’na Rabbim deyince O’nun sana kulum dediğini duymuyor
olsan, tekrar tekrar “ALLAH’ım derman ol derdime” der misin? SIR nedir?
Kimselere söyleyemediğin, içinde ukde yani düğüm olanın ta kendisidir. Peki bu
düğümü çözecek birini biliyor musun? Yoksa, “Ağlarsa anam ağlar, geri kalan
yalan ağlar” diyenlere göre sırlarını, dertlerini anana mı anlatacaksın? Anan
öleli on dokuz yıl oldu yavrum, ya sen ne zannediyorsun? Ananın mezarına varıp
derdini anlatmaya sakın ha yanaşma, ölüden medet umma, hem o gece ananın mezarı
üzerinde yatıp sabahlayabilir misin? Nerde o yürek, gel beni dinle de ölüye değil
de daima diri olana, “Hayyül Kayyum”
olana koş. İster bağır, ister yavaş, derdini O’na söyle, O en ufak sesleri bile
duyar. Hani, bedevinin biri Hazreti Peygambere, “Ya Resul, ben ALLAH’a derdimi
anlatmak için, O’nun bana olan uzaklığı ne mesafede ki ne kadar bağırayım da
beni duysun?” deyince, her inen ayetin bir nedeni olduğu gibi, bu nedene de
hemen ayet indinde, “De ki, ey Muhammed, kullarım beni nerede anarlarsa ben
oradayım. Zaten onlardan ayrı değilim ya, ben onları duyarım ve ne dilerlerse
elbette veririm. Şayet istenileni vermemişsem razı olmadığımdandır. Ben kulumun
bu isteğine peki demiş olsam, onun istediği ona zarar verir de ondan vermem,
böylece de kulumun benden dilediğini vermiş olduğumu bilsin, üzülmesin”.
Sana biri gelip, bir sırrımı söylemek istiyorum derse ona, “Bu
sırrını başka birine söylemişsen ya da benden sonra birine daha söyleyeceksen
lütfen sırrını bana söyleme, zira öteki kişi bu sırrı ifşa eder, sen de
duyarsın, benden bilirsin” deyip sırrı kabul etme, üzülürsün.
İki çeşit insan karakteri vardır bu konuda, birisi hamdır, zamanla
olgunlaşır, öylece de kalır. İnsanı hadiseler, çileler, yokluklar, hastalıklar
olgunlaştırır ancak bu tip insanlar henüz ilimde yeterince gelişememiştir, pek
çok kitap okumuş, ilim sohbetlerinde bulunmuştur fakat sır saklama mertebesine
erememiştir. Bir diğer kişi, olgunluk ateşinde pişmiştir ve en son öyle pişmiş
ki bir adım sonra yanmıştır. Bu yanık insan ancak emin kişidir, emaneti
canından üstün tutar. Hikmet bilgisini işitince yanar kavrulur ve daima iç içe,
yan yana var olduğu yüce Mevlâsı ile adamakıllı birleşmiş kişidir ki SIR ancak
bu kişilere denir, çünkü her yürek sır saklayamaz, ancak üç beş gün veya ay,
söylemek zorundadır. İçinde o sır iltihap yapar, karnını şiddetli sancılara
gark eder, o sırrı çıkartmakla ancak bu acılardan kurtulur. Huzurlu kalmak
istersen kimsenin sırrını alma ve de ancak ALLAH, ALLAH diye diye yanmış
kişilere -pek nadirdir- söyle sırrını, zaten onlar sır dinlemek için Rabbinden
izin ister. Emanetçi olmak herkesin harcı değildir. Herkes Marko Paşa değil ki
dertleri dinlesin.
Dert, yaratılmış ne varsa O’nda vardır. İnsan ömrünce çekeceği
dertleriyle doğar, dertleriyle ölür. Dertlerini ancak derdi almayana söyle,
derdi yoksa o safi şifadır. O’nu nerede bulacağım deme, şimdiye kadar O’nun
nerede olduğunu bilmedin, belki de, dünya telaşı içinde biraz dahanın peşinde
yıllarını yitirdiğin için O’nu aramak için vaktin olmadı, ama gel sen bana
sırlarını deme de ben sana o sırrın nerede olduğunu diyeyim. O, senin içinde.
Sen kendini ne zannediyorsun, yani seni konuşan biri var elbet, sen topraktan,
balçıktan bir heykel gibisin. Hani, pek çok yerde mermerden, tunçtan heykeller
var ya, hep konuldukları yerlerde duruyorlar ya. Ama sen de bir heykel olduğun
hâlde sıcacıksın, yürüyor, konuşuyorsun, sen mi konuşup yürüyorsun acaba? Hiç
düşündün mü bunu? En basitinden, öldü denilince ne anladın ölü sözcüğünden?
Yerde veya yatakta veya tabutta sırt üstü yatan, dünyadan haberi olmayan birini.
O neden şimdi konuşamıyor? İşte, onu konuşturan, ebedi diri, onu terk etti
gitti.
O aradığın ebedi diri, sende, haydi şimdi sırlarını,
dertlerini O’na söyle. Hele bir kez “RABBİM” de de, O’nun sana “Lebbeyk” (ne
istiyorsun) dediğini duy. Eğer duyamamışsan ağla, gözyaşı dök, her gün beş kez
onun pâyine yüz sür, beş kez dedimse, tam kırk kere.
Kulağını aç, bu kulağın işitmesi için, “ancak çare sende” de.
O çok merhametlidir, gözyaşlarına dayanamaz, “Lebbeyk” sesini duyman için O,
duymayan kulağını açar, o sesi duyarsın. Madem “ne istiyorsun” dedi, haydi şimdi
sırlarını, dertlerini anlat, anlat da çareler gelsin. Şu yazıların özetini
kısaca söyleyeyim, açılan o kulağa can kulağı denir. O kulak en ince sesleri
bile duyar. “Süleyman Peygamber, karıncanın, ‘Ey karıncalar, Süleyman ordusuyla
geliyor kenara çıkın, bilmeyerek sizi ezmesinler’ dediğini duydu da gülümsedi” haberini
Neml suresinde oku. Sana “ne var, ne dileğin var” diyenin sesini duymuşsan dök
içini, rahatla ama senin, ananın mezarı başına veya bu âlemden göçmüş kişilere
veya çekmiş şarabı mest olmuş, “hayat bu işte” diye nara atana veya Rabbin
verdiği geçim parasını iskambildeki papaza yatırana gidip, onlara sır söylemen
veya derdine derman araman ne büyük gaflet.
Düşünün diyen Rabbimizin güzel bir emri bu, hele düşün bak. O,
sana senden daha yakındır, O’nu çöllerde arama Bestamlı Beyazıt gibi, hani,
yirmi yıl ALLAH’ı bulacağım diye çöllerde gezen Beyazıt bir kış günü evine
gelip kapıya vurunca, annesi içeriden ses verdi, “Kapı açık oğlum Beyazıt” diye.
Gözleri kör olan annesinden bu sesi duyan Beyazıt, “Eyvah, aradığım burada imiş”
deyip kendinden geçiverdi. Yani ne oldu, benliğinden sıyrıldı da ortada O kaldı,
“Çıkarsam ben aradan, kalır beni yaratan”. Evet, Beyazıt, geçen yılları için “aradığım
burada imiş” dedi. Hani, Musa aleyhisselamın, yüce ALLAH’ın emriyle asasını
eline alıp Firavuna gelip de, “Ey Firavun, sen beni pek uzaklarda aradın oysa
ben senin kucağında, senin sakallarını çekiyordum” dediği gibi. Söz uzadı, kısacası,
derdini, sırrını ancak çarelerin yaratıcısına aç, inan olsun O’ndan gayriden
umma, herkesin derdi kendine amma işin nasıl tevellüt ettiğini de söyleyeyim
aklın sapmasın. Hemen herkes, kerameti kendinden bilir. Hayır, kazın ayağı üç
değil. Senin derdine filanca derman oldu ama seni ona göndereni sen göremediğin
için, sen derdine filancanın derman olduğunu zannediyorsun, oysa zannetmek
büyük günahlardandır. Nûr suresini oku da gör. Hiçbir şey zannetme, zannedersem
bu çalmıştır, zannedersem o söylemiştir, öyle zan ve tahmin ediyorum ki o
fahişelik ediyor gibi sözlerin günahını taşımana imkân yok, tövbesi de yok, en
büyük kul hakkıdır, ancak zannettiğinle helâlleşmen gerek.
Yüce Mevlâ hayra giden sebepleri kendisine, şerre giden sebepleri
şeytanına tahsis etmiştir. Hayır ve şer ALLAH’tandır ama yüce Mevlâ hiçbir kulunu
günaha sokmaz, kul kendi kendini günahkâr eder. Nefsine uyan kişi ellerini açıp
derdine derman için yaratanına yalvarmaz ki, derdini kadehlerde arar, zaten bu
kadehler şeytana verilmiş aletlerdir. Hani, Bayburtlu Zihni’nin;
“Dün
gece yeis ile kendimden geçtim
Teselli
aradım meyhanelerde”
İşte hata burada. Dertlerin dermanı ancak sende ey Adem’in
oğlu, sende, ama ne edelim ki sana senden yakın olanı göremiyorsun, göremediğin
gibi göstereni de dinlemiyorsun, kör olmuşsun, aman dikkat et, ille de bir
uçuruma düşeceksin, sen de herkes gibi uçuruma düşeceksin, herkes gibi uçuruma
düşmem deme, düşecek ve de işte şimdi imdat diye naralar atacaksın,
inanmıyorsan istenmeyen yerlere düşen kişileri gör de ibret al. Düşmem deme,
düşersin; iyi sebepler var ama kötü sebepler de var. Ne olur, ALLAH’ın hoşuna
gitmeyen şeylere talim et ve öğren de O’nun korumasına gir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder